The Chaos Art

Tom’un Huzurlu Kasabası

Başak Ünal

5 Mart 1963

Sevgili Günlük,

Bu satırları, rahatsız edici hiçbir çıtırtının duyulmadığı, huzur dolu bir gecede yazıyorum. Aslında sekiz yaşımdan beri hiç günlük tutmadım, o yüzden biraz paslanmışsam da mazur gör lütfen.

Seninle, yani bir kâğıt parçasıyla eski bir ahbabımla olduğu gibi konuşmam seni rahatsız ettiyse özür dilerim. Sadece, bu aralar kendimi biraz yalnız hissediyorum. Arkadaşlarım benimle eskisi kadar sık görüşmüyorlar. Tahmin ettiğin üzere, benim gibi orta yaşlı ve bekar bir adam için sevdikleri tarafından geri plana atılmak biraz daha zor olabiliyor.

Aslında bu hislerim bana pek yabancı değil. Çocukluğumdan beri ortamların gözdesi olmadım. Zaten daha o zamanlarda, ilkokula başladığım yıllarda, günlük tutmamı da annem önermişti. Kimsenin bana dostluk etmeyeceği zamanlarda kâğıt kaleme sığınabileceğimi söylemişti. Bu harika bir öneriydi, o yüzden de onu dinleyerek yazdığım günlüğümü okuduğunda neden bu kadar sinirlendiğini bu yaşımda hala anlamış değilim. Annem yardım almam gerektiğini, bir doktora gideceğimizi söylemişti fakat babam çözüm odaklı bir adamdı. Elimden defterimi aldı, onu attı ve artık yazamayacağımı söyledi. Ben de buna itiraz etmedim.

Pek tabii, artık ebeveynlerini dinlemek zorunda olan küçük Tom değilim. Tek başıma yaşadığım bu küçük evde, ne babam mezarından kalkıp bana kızabilir ne de annem o iskeletleşmiş kollarıyla beni tımarhaneye sürükleyebilir.

Daha önce bahsettiğim gibi, bir süredir kendimi yalnız hissediyorum ama beni bu günlüğe başlamaya iten şey, bugün yaşadığım mucize. Kaybettiğimi sandığım ve benim için pek değerli olan bir eşyamı buldum. Bu harika haberi birileriyle paylaşmak istedim ama sanki herkesin beni dinlemekten alıkoyan işleri vardı. İnsanların değerli vakitlerini almayı veya dikkat çekmeyi sevmem. O yüzden en yeni dostuma, yani sana gelmeyi tercih ettim. Beni çok sevindiren bu kavuşma anından önce, günümün nasıl başladığını ve o ana kadar olanları anlatmayı, hikayenin akışına bir borç biliyorum.

Tek kişilik ve yumuşacık yatağımdan, annesinin koynunda uyanmış bir bebek gibi huzurla uyandım. Sanki, geceleri insanı rahatsız edebilecek bütün sesler toplanmış, iyi bir uyku çekebilmem için aralarında anlaşmışlardı. Hemen kendime güzel bir kahvaltı hazırladım ve sehpanın üzerinde duran gazeteyi okumaya başladım. Aslında bu, bugünün gazetesi değildi, daha önce okumuştum. Bir süredir bayilerde sorun var sanıyorum çünkü yeni sayıları getirmiyorlar. Olsun, zaten önceden bildiğim şeyleri okumaktan daha büyük zevk alıyorum. Kötü bir haber alacak olmanın endişesi hassas kalbime pek iyi gelmiyor da...

Neredeyse her gün yaptığım gibi sevgilimi -Mathilda’yı- görmek için hazırlanmaya başladım. Babamdan miras kalan, İtalyan terzilerin özenle diktiği takımı giydim. Banyoya girip kolonyalandıktan sonra, tıraş olmak için ustura koleksiyonumu karıştırdım. En sevdiğim, cildimi kaymak gibi yapan usturamı bulamadığımda yaşadığım hüsranı tahmin edebiliyor musun? Neyse ki, diğerleri de iş gördü ve istediğim yumuşaklığı elde edip evden ayrıldım. Sonuçta benim Mathilda'm en iyisini hak ediyor.

Evden çıktım ve komşumun bahçesinden, Mathilda için en güzel çiçekleri toplamaya başladım. Bunu yıllardır yapıyorum. Komşumu kızdırdığımı bilsem de, eskiden bana saldıran o korkunç canavar köpeğin artık orada olmadığını bilmek bana derin bir huzur veriyor. Yine de, çitlerden her atlayışımda içgüdüsel bir ürperti hissediyorum ve boş köpek kulübesine bakıyorum.

Daha bundan beş ay kadar önceye kadar, o yaratığın beni ne kadar rahatsız ettiğini hatırladım. Evin önünden geçerken bile bana var gücüyle havlaması bir yana, geceleri de uyutmuyordu beni bu lanet şey. Bazı yorucu günlerin ardından ihtiyacım olan tek şey güzel, tatlı bir uyku oluyordu bazen fakat hayır, bunu imkânsız kılan bir düşmanla karşı karşıyaydım. İşte böyle bir gecenin sabahında ziyaret etmiştim Bayan Robinson’un evini.

O ihtiyar bunak yapabileceği hiçbir şeyin olmadığını, yaşından ve bundan kaynaklı hastalıklarından dolayı köpeğe ihtiyacı olduğunu, köpeğin onu her şeyden koruduğunu söyledi. Çok öfkelendiğimi hatırlıyorum. Yine de, umutsuzluğa düşmedim. Madem Bayan Robinson, sahibi olarak köpeği susturmayacaktı, bunun için köpeğe müracaat etmeliydim.

Nitekim öyle de yaptım. Köpeğe hediyeler götürebilir, onu tatlı dille ikna edebilirdim. Ne de olsa tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Ben de buradan yola çıktım ve bir numaralı misafir rüşveti, ikna toplantılarının vazgeçilmezi olan bir kutu çikolatamı alıp köpek kulübesinin yolunu tuttum. Bu küçük canavara hepsini yedirdim, bir yandan da güzel bir şekilde neden artık havlamaması gerektiğini izah ettim. Nitekim başarılı da oldum, o günden sonra bir daha da hiç havlamadı.

Yere eğilip çiçekleri toplarken, cebimden düşen kolye beni yine zihnimin derinliklerine gönderdi. Bu zarif ve değerli kolye, benim sevgili Mathilda'm için naçizane bir hediyeydi. Onu, şimdilerde sahibi tatilde olduğu için kapalı olan bir kuyumcudan almıştım.

Yanlış hatırlamıyorsam birkaç ay kadar önceydi, Bayan Robinson’un köpeğiyle yaptığım toplantıdan biraz daha sonra. Mathilda ile gizlice nişanlanmıştık. Gizlice diyorum çünkü ailesinin onaylamayacağından biraz çekiniyordu. Sanırım yine aynı sebepten ötürü, benimle fazla görülmek istemiyordu. Kimi zaman haftalarca gelmezdi yanıma. Bir gün, ben dayanamadım ve iş çıkışına gittim. Benzinliğin yanında küçük bir restoranda çalışıyordu. Beni gördüğüne çok mutlu olmadı - muhtemelen ailesinden korktuğundan- ama yine de benimle gezmeyi kabul etti. Romantik gezintimiz esnasında, ailesinin gönlünü nasıl kazanabileceğimi sordum. Bu sırada kasabamızın küçük emanetçi dükkanının önünden geçiyorduk. Vitrindeki kolyeyi gösterdi ve babasının bu hediyeyi kızının boynunda görürse rıza gösterebileceğini, beni yeterli bir damat adayı ilan edebileceğini söyledi.

Kasabanın köklü ailelerinden kalan bir kolyeydi bu. Vitrine yıllar önce konulmuş, henüz kimsenin almaya gücü yetmemişti. Tabii ki, Mathilda'm ile arama böyle bir zincir parçasının girmesine izin vermeyecektim. Hemen o gün, dükkanın sahibi ile konuşmaya gittim. Biraz birikmiş param vardı. Evde ne kadar değerli ıvır zıvır varsa topladım. İsraftan pek hoşlanmam, o yüzden altın şamdanlarım veya gümüş çerçevelerim yoktu. Yine de aile mirası birtakım tabak çanak bulabildim ve yeterli olduklarını umdum.

Emanetçi dükkanının sahibi, beklediğimden fazla pazarlık yaptı. Çantamdaki eşyaları ve cebimdeki paraları çıkarıp tezgaha döktüğümde yüzüme karşı saygısız bir kahkaha patlattı. Onunla uzun uzun konuştum. Tüm bu süre boyunca kolyeyi sımsıkı tutuyordu. Konuşmanın bir anlam ifade etmeyeceğini düşündüm. Açıkçası, emanetçinin vaktini aldığıma biraz üzülmüştüm.

Daha önce okuduğum bir kitapta alkolün tüm mikropları öldürdüğünü görmüştüm. Bu hatamı telafi etmek için, sadece bu yüzden, dükkanın kirlenmiş duvarlarını ve camlarını saf alkolle bir güzel temizlemeye başladım. Uzun süren, yorucu bir işlemdi bu. Bitirdiğimde, artık bir keyif sigarasını hak ettiğimi düşündüm. Şanssızlığa bakın ki, sigaramı yaktığım anda giriş kapısının önündeki sandalyelerden başlayan alevler etrafı sardı. İçeriye girdiğimde, henüz günün hasılatını saymakta olan adamı yerde buldum. Kasanın yanında, henüz vitrine koymaya fırsat bulamadığı kolye vardı. Kolyeye ve adama baktım. Dükkan sahibi, tatlı bir uykudaydı ve uyandırılmaktan hoşlanacakmış gibi gözükmüyordu. Kolyenin ne kadar kıymetli olduğunu bildiğimden, hızla cebime attım. Elimdeki sigara, hareketimi kısıtlıyordu. Onu ve yanımdaki alkol şişesini yerde yatan adamın yanına yerleştirdim. Sanırım ben gittikten sonra da uyumaya devam etti. Ertesi gün yerel gazetede şu manşeti gördüm: ‘Emanetçide yangın; feci bir kaza’.

Bu düşünceler eşliğinde çiçeklerimi topladım ve kamyonetime atladım. Hava güzel olduğundan Mathilda’nın evine yürüyebilirdim gerçi ama bu bahaneyle motoru çalıştırmak istedim. Sanırım sana söylemeyi unuttum, ben nakliyeciyim. Kasabanın dışarıyla bağlantısını ben sağlıyorum. Lokanta için taze sebzeleri, kasaba sakinlerinin mektuplarını ve aklına gelebilecek diğer her şeyi dışarıdan ben getiriyorum. Ne yazık ki işler bu aralar biraz kesat. Kasabalılar eskisi kadar dışarıdan mal talep etmiyorlar. Çoğu, sevdiklerine mektup yollamayı uzun süre önce bıraktı. Belki telefonların yaygınlaşması ile alakası vardır, emin değilim. Yine de bu duruma benim içim el vermiyor. Bazen, kasaba dışında akrabaları olan komşularımın ağzından küçük mektuplar yazarım. Evet, belki insanların hayatlarına bu kadar karışmamalıyım ama ne yapayım elimde değil. Yalnızın hâlinden yalnız anlar. Eminim yaptığımı öğrenseler onlar da kötü niyetli olmadığımı göreceklerdir.

Sevgilimin evine gitmeden önce uğramam gereken son bir durak vardı. Çok dindar sayılmam ama kiliselerin içi bana hep huzur verir. O yüzden de Mathilda’ya giderken yolumun üstündeki kiliseye fırsatım oldukça uğrarım. İncili hayatımda hiç okumadım, dua da bilmem. Yine de sıklıkla içeri girip bir mum yakar, Tanrı ile kısa sohbetler ederim. Önceleri ondan hep huzur ve mutluluk dilerdim. Çözemediğim sorunlar, kafamı meşgul eden şeyler vardı. Şimdilerde ise bu kısa seanslarım daha çok şükretmekle geçiyor. Tanrı bana istediğim her şeyi verdi ve artık o bile bunları elimden alamaz.

Kilisenin avlusuna girer girmez, gözüm büyük ziyafet masasına takıldı. Bugün biraz fazla geçmişi yad ettim biliyorum ama anı yaşamanın en güzel yollarından biri geçmişi hatırlamaktır bana göre. Böylece geçmişteki kötü şeyleri düşünürüm ve artık geçmişte kaldıkları için bir kez daha Tanrı’ya şükrederim.

Bu masanın dolu olduğunu gördüğüm son zaman, iki-iki buçuk ay önceki Noel yemeğiydi. Rahip Michael, kasabanın kurucu ailelerinden yirmi kadar kişiyi kilisede misafir etmişti. Çok büyük bir ziyafet planlandı. Normalde kasabamızda bulamayacağımız türden yiyecekler istenmişti: ıstakozlar, havyarlar, tropikal meyveler… Aynı zamanda kilise bağışçıları olan bu aileler için yalnızca en iyileri…

Bu malların getirilmesi tabii ki benim görevimdi. Bir hafta boyunca her gün şehre gidip gelmem gerekmişti. O günün istek listesini getiriyordum ve hemen yeni bir liste elime tutuşturuluyordu. Bazen, listedeki bazı şeyleri bulamıyordum. O zaman Rahip Michael’dan hemencecik azar işitiyordum. Sonuçta gerekirse başka şehirlere gitmeliydim ve listedekileri bulana kadar dönmemeliydim. Bu tür hatalarımda paramı ödemiyordu. Benim ahmaklığım için bağış paralarını harcayamazmış, öyle diyordu.

Kiliseyle yaptığım bu yoğun ve uzun iş, doğal olarak rahibin odasına sık sık girip çıkmama sebep oldu. Bir salı günü, Rahip Michael yeni listeyi vermek için beni odasında bekletti. Bu sırada -yanlışlıkla- gözüm masadaki maliye hesabı evraklarına kaydı. Merakıma yenik düştüm. Paradan pek hoşlanmam. Fazlası da azı da huzur kaçırır fakat tuhaf bir şekilde sayılarla aram çok iyidir ve hesap yapmaya bayılırım. Dosyayı usulca alıp çantama koydum. Planım, malların arasına karışmış olduğunu söyleyerek ertesi gün geri vermekti. Bu bir yalandı ve ben yalandan hiç hoşlanmam ama ne yapayım, insanın en büyük sınavı iradesidir.

Evrakları incelediğimde yaşadığım hayal kırıklığını sana anlatamam. Sözde, Tanrı’nın yeryüzündeki sesi olan bu adam, kurucu ailelerle birlik olmuş, her türlü karanlık işe bulaşmıştı. Evrakta sahtecilik, vergi kaçakçılığı, zimmete para geçirme… Hepsi iğrenç, kirli mahlûklardı. İnsanlardan çaldıklarıyla besleniyorlardı. Artıklara layıklardı. Hepsi, her biri, gözümde artık iğrenç bir fareden farksızdı. En kötüsü de rahipti. Sadece onlara liderlik ettiği veya Tanrı’nın adını kullanarak hırsızlık yaptığı için söylemiyorum bunu. O, aynı zamanda suç arkadaşlarını da dolandırıyordu. Tüm kasabadan çaldıklarını aralarında bölüştükleri doğruydu, ama aynı zamanda Rahip Michael bu ailelerden de bir şeyler araklıyordu. Gördüklerim beni öylesine huzursuz etmişti ki, tam da evrakları okurken masamın üzerinden bana göz kırpan fare zehrinin Tanrı’dan bir işaret olduğuna emindim. Bu pisliklere hak ettikleri gibi bir ders verecektim. Ne de olsa gerçekten fare olmadıklarından fare zehri onları sadece uyutabilir fakat öldürmezdi. Ben bir katil değilim.

Noel akşamı gelip çatmıştı. Rahip, kasabanın dışından işinin ehli birkaç aşçı bile getirmişti. Malların arasında özel bir eşyamı unuttuğumu söyleyerek mutfağa girdim. Kimsenin beni izlemediğine emin oldum. Zaten herkesin işi başından aşkındı, kimsenin benimle ilgilenecek zamanı yoktu -her zaman olduğu gibi-. Cebimden zehri çıkardım, çorbaya ve bazı içkilere birazcık döktüm. Kimse beni görmediyse de, Tanrı’nın beni gördüğüne eminim. Benimle ne kadar gurur duymuştur kim bilir.

Kalıp eserimi izlemek isterdim ama beni görürlerse uyandıklarında bana kızabilirlerdi. O yüzden işimi hızlıca bitirip çıktım. Derslerini gerçekten de aldılar. Bir daha ne rahibi ne de davetlileri gördüm. Muhtemelen yaptıklarına o kadar utandılar ki uyanır uyanmaz kasabayı terk ettiler. Kiliseye yeni bir rahibin gelmemesine biraz üzüldüm açıkçası. Zaman zaman yaptığım günah çıkarma seansları bana iyi geliyordu. Kendimi hafiflemiş hissediyordum. Tanrı biliyor ya, bunlar küçük ve insani günahlardı. Kibir, merak, kıskançlık gibi her insanda olabilecek şeyler…

Elbette bunlar uzun zaman önceydi. Adeta bir trans halinde mumlara yöneldim ve yaktığım ateşin parlaklığı beni bugüne geri getirdi. Eskiyi düşünmenin bir anlamı yoktu. Kasabamda ne rahipten ne de kurucu ailelerden izler vardi artık. Böylece, yaktığım mumu izlemek üzere ahşap bir sandalyeye oturdum.

Kiliseden sıkılınca kamyonete atlayıp yola devam ettim. Zaten uzatmaya ne gerek vardı, hem Mathilda’mı görmeyi ertelemek istemiyordum. Bir an önce ona kavuşmak için hızlanmayı düşündüm. Nasıl olsa kasaba son zamanlarda pek bir işsizdi. Emanetçideki yangın ve kilise yemeğinde bir anda uyumaya başlayan kurucu aileler gibi talihsiz olaylar, bazı komşularımda panik yaratmıştı. Birkaç çocuklu aile, kasabada uğursuz bir şeylerin olduğunu söyleyip yangından mal kaçırır gibi alelacele burayı terk etti. Bu da benim işime geldi. Çocuklardan çok hoşlanmıyorum. Laf dinlemeyen, şımarık ses makineleri. Bir süredir sabahları camları kıran top sesleriyle uyanmadığımdan o kadar huzurluyum ki…

Nihayet yolculuğumun sonuna gelmiş, biricik aşkımın evine varmıştım. Üstüme başıma çeki düzen verdim ve kapıyı açtım. Ne tuhaf, belki de pencereden geldiğimi görmüşlerdi çünkü kapı açıktı. Kapı eşiğinde, yerde, Mathilda’nın babası Bay Johnson’ı gördüm. İşte sana en başında bahsettiğim mucize buydu. Bugün arayıp bulamadığım için hüzünlendiğim, ustura koleksiyonumun en nadide parçası, bu adamın üzerindeydi. Ben de nereye koyduğumu merak ediyordum. Dikkatlice bıçağı Bay Johnson’un karnından çıkardım ve daha sonra temizlemek üzere cebimden çıkardığım mendilime sardım. Yarinki ziyaretimi, tüm Johnson ailesine daha layık bir sakal tıraşıyla yapabileceğim düşüncesi beni çok heyecanlandırdı.

Yüzümde büyük bir gülümsemeyle Mathilda’nın odasına girdim. Güzelim hala yatağından çıkmamıştı. Zaten son zamanlarda biraz tembelleşti. Eskiden bu kadar uzun süre uyumaz, yatağında kalmazdı. Başucuna oturdum ve onunla biraz sohbet ettim. Günümden ve yaptıklarımdan bahsettim. Beni can kulağıyla, çıt çıkarmadan dinledi. Sonra cebimden, onu sevindireceğine emin olduğum hediyeyi -kolyeyi- çıkardım. Alnına bir öpücük kondurdum, kolyeyi narin ve bembeyaz boynuna taktım ve kulağına fısıldadım, "Seni seviyorum Mathilda."

Bana karşılık vermedi. Aslında ne ona bunu ilk söyleyişimdi ne de beni ilk duymazdan gelişi… Yine de her seferinde farklı olacağını umuyorum. Bir hışımla kolyayı boynundan çıkardım. Bana beni sevdiğini söylemeye hazır olduğunda hak edecek bu kolyeyi.

Doğrusu, bu hiddetli tavrıma sonrasında biraz üzüldüm. Son birkaç haftadır Mathilda pek bir şey söylemedi, bunu kişisel almamalıydım. Sanırım beni kızdırmamak için artık çok konuşmuyor. Bir zamanlar hiç susmazdı. Sonra o gece, her şey değişti.

Üç hafta önceydi. Kasaba iyice ıssızlaşmış, sessizleşmişti. Emanetçiden kolyeyi alalı biraz zaman olmuştu ama henüz onu verecek imkân bulamamıştım. O gece ise hiçbir işim yoktu ve Bay Johnson ile yüzleşmeye kendimi hazır hissetmiştim. Kolyemi de aldım ve Johnson’ların evinin yolunu tuttum. Kapıyı çaldım ve kapıyı tüm katnemligiyle müstakbel kayınpederim açtı. İçeri girmek istediğimi, onunla konuşacaklarım olduğunu söyledim. Beni içeri davet etmedi. Kapı eşiğinde konuşmaya başladık. Ona, kızıyla niyetimin ciddiliğinden bahsettim. Aynı emanetçinin yaptığı gibi, yüzüme umarsızca güldü. Bu hiç hoşuma gitmemişti. Onun fikrini değiştirebileceğimi düşündüğüm kolyeyi hızla cebimden çıkardım. Ancak insanlık hâli bu, olur ya, elimi yanlış cebime atmışım. Durum bu olunca, ne zaman cebime attığımı hatırlamadığım usturam Bay Johnson’un üzerine geldi. Ne mutlu bana, iyi usturadan anlıyor olmalı, hemen sustu ve içeri girmem için yoldan çekildi. Bu güzel koleksiyon parçam onu etkiledi, eminim.

Bu müjdeli haberi vermek için sevgilimin odasına girdim. Mathilda, güzel beyaz geceliğini giymiş mışıl mışıl uyuyordu, aynı bir melek gibi. Bir anlığına her şeyi unutup onu izlemeye başladım. Bir-iki saatin sonunda, daha fazla dayanamadım ve onu uyandırmaya karar verdim. Beni gördüğüne bir sevindi, bir sevindi ki mutluluktan çığlık atmaya başladı. Ben de onun bu sevincini paylaşıyordum ancak komşuları düşünmek zorundaydım. Elimle "sus işareti" yaptım ama bu onu durdurmaya yetmedi. Yatağın diğer yanındaki yastığı alıp sesini kesmek için ağzına koydum. Birkaç dakika böyle kaldıktan sonra nihayet sesi tamamen kesildi. Cebimden -bu sefer doğru cebim- kolyeyi çıkardım. Aynı bugünkü gibi, usulca kolyeyi boynuna taktım. Kulağına fısıldadım "Seni seviyorum Mathilda" ve yine bugünkü gibi, bir cevap alamadım.

Sevgili günlük, kafanı çok şişirdiysem affola. Sen benden sıkılmaz, beni küçük görmezsin biliyorum. Yine de bu hoş sohbetimizi artık bitiriyor, seni uyumaya bırakıyorum. Yarın görüşmek üzere. İyi geceler!