The Chaos Art

Sohbet

Doğa Aslan

Standart bir cuma günü okul çıkışında, birkaç arkadaşımla Kumbara Gazinosu’nda sohbet ediyorduk. Onları masanın ardında yalnız bırakmadan geriye kalan kahveyi tek yudumda içtim.

“Yandım yandım...” hararetli bir tartışmanın ortasında olan dostlarıma döndüm, “Keyifli sohbetler canlarım...”

Sokağa çıktım. Bir nisan günü. Hava artık daha geç kararıyor, bahar esintileri insanın içini titretiyor. Denizden gelen rüzgar elleri buz kesiyor, erken yaz sıcakları başlamadan önce son mesailer. Herkesin elleri cebinde. Buna rağmen sandalet de bot da giyilebilir bu havalarda, güneşin vurduğu banklar sıcacık.

Kalabalıklar renkli ve canlı, insanlar telaşlı ve tetikte. Liselerin paydos zili çalalı birkaç saat oldu. Sokaklar farklı farklı renklerde ekose etekli kızlarla dolu. Etraflarına bakıp diğerler üniformalıları baştan aşağı inceliyorlar. Gençler bir bakışta bir başkasının karakterini anlayabilecek insan sarrafları olmuş. Küme küme caddeye dağılıyorlar.

Tuhaf bir sokak bu sokak. Şurada, kenardaki kadın hep orada mesela. Kendimi bildim bileli peçete satıyor. Kekeliyor bir de. Sonra bir adam var ta’ uçta, kar kış demeden her allahın günü şu baloncuk şişelerinden satıyor. Sokak boyu dolaşan bir başka adam var, o kör. Sopasıyla yeri yokluyor. Peluş hayvan satıyor. Kimin çocuğu olduğu belirsiz; soluk turuncu, mavi, yeşil tişörtlü çocuklar ara sokaklar arasında koşuşturup duruyor.

Bu sokağı sevdiğim kadar korkuyorum da ondan. Peçete satan kadın cüzdanımı çalacak, baloncukçu adam çantamı alıp kaçacak, kör adam beni karnımdan bıçaklayacak diye korkuyorum, neden bilmiyorum.

Sevdiğim şeyler hep ürkütüyor beni. Ürktüğüm için de seviyorum onları, heyecanlandırıyorlar beni sanırım. Sakin ve usul bir görünüşün içinde duygu yoğunluğuyla çırpınan bir insanım. Var olmak için heyecana, gergin olmaya ihtiyacım var. Kısmen mutlu bir bedenin içinde mutlu biriyim aslında. Sadece mutluluğun anlamı bambaşka yerlerde yatıyor benim için. Sanırım, mutlu olmanın sırrının, mutluluk hakkında düşünmemek olduğunu anladığımdan beri de daha mutlu bir insanım.

İnsan akıntısına kapılıp sokakta ilerlemeye başlıyorum. Sağdaki markete uğruyorum. Tavanlara kadar raflar, tozlanmış bisküvi paketleri ve arka dolapta birkaç şişe şüpheli içki. Ekose eteğime benzeyen kareli bir gömlek giyiyor önümdeki satıcı. Kilosundan zar zor hareket edebiliyor.

“Ne istedin yeğen?” İçine doğru konuşuyor, tok ve kulak tırmalayan bir sesi var. Kutu kolayı alıp yoluma devam ediyorum. Kafamın içi hiç olmadığı kadar boş. Pembeleşen gökyüzüne takılıyor gözlerim. Gülümsüyorum. Bir o yana bir bu yana sallanıyorum. Acelem yok. Bahar havasının insana yavaşlamasını, rahatlamasını emreder gibi bir hali var.

Merdivenlerden binbir güçlükle, yorgun argın çıktım. ‘Benim hastalığım yorgunluk’ diye düşündüm. Hiçbir vitamin veya kafeinin, saatlerce uykunun gideremediği kronik yorgun bir lise öğrencisiyim. Mezun oluyorum bu yılın sonunda. Birçok şey beni mutlu eder, bahar havası, gün batımı, çiçek kokusu misal. Ama bana neyin, nasıl bir duygunun ve hissiyatın bir heyecan, bir itilim verebileceğini hala bulamadım. Üstüme yapışan bu yorgunluğu kim üstümden çekip çıkarır bilmem. Okulda geçirdiğim 7 saatin yarısında uyuyorum. Dolmuşta koltukta uyuyorum. Evde yatakta uyuyorum. Kış uykusunda gibiyim. Gözlerim hep yarım yarım bakıyor. İyiyim aslında, fena değilim. Yorgunum sadece. Benim için endişelenen iyi niyetli insanlar oluyor arada sırada, onlara da aynısını söylüyorum, iyiyim.

Birkaç saniye kapı eşiğinde, ıssız ve aydınlatılmamış eve bakarken anahtarlarımla durdum. Kendimi dışarıdan görür gibi oldum.

Duşa attım kendimi, dış dünyanın pisliği yıkanmakla gitmiyor gibiydi. Bir hayli kaldım içeride. Su derimi aşıp kalbime ulaşırsa arınırdım belki de. Islak saçlarımı omuzlarımdan arkaya atıyorum. Göğsüme düşen yaş saçlar, çok geçmeden kıvrılıp doğal şeklini alacak. Aynaya bakıp kendimi inceliyorum. Saçlarımın dalgası beni mutlu ediyor. İşaret parmağımı kanca şeklinde çene hattımda gezdiriyorum. Yüzüme bakıyorum. Kendimi daha iyi tanır gibi oluyorum. Koltuğa uzanırken parmaklarıma kayıyor gözlerim, çok hoş göründüklerini düşünüyorum.

Mutfağa gidip balkona çıktım. Masada duran seramik kaseyi kavrayıp kendime çektim. İçinden bir çakıl taşı seçtim. Karşı apartmanı hedef aldım. Taş, aşağı balkona büyükçe bir yağmur damlası gibi indi. Pencerenin ardından Papaz’ın selamını görünce mesajımı aldığını anlamış oldum. Kahve yapmaya geri döndüm.

Selçuk, yani Papaz, yan apartmanda yaşayan payidar dostum. Geçen yıl, 19’una basınca hristiyan olmaya karar verdi. O vakitten beri ismi Papaz kaldı. Ancak ne zaman, nasıl, hangi itilim ile bu kararı aldığını hiçbirimiz tam olarak bilmiyorum. Ne zaman bir soru sormaya kalkışsam bunun hakkında konuşmayı reddediyor.

Papaz’ı herkes sever. Ama o kimseyi sevmez. Çoğu insanın aksine, onun durumlara göre şekillenmeyen bir kişiliği vardır. Tam bir doğrucu davuttur. İnsanların iyi taraflarını, eksiklerini hiç lafı dolandırmadan yumuşak dille, gerekirse sert dille açıklamayı çok iyi başarır. Bin yıl geçse de güvenir insan ona. Ancak insan eğilimlerini saptamaktaki başarısı, ona zarar verebilecek kişileri seçmesine ve onlardan uzaklaşmasına, hatta onlardan iğrenmesine yol vermiştir zamanıyla. O başkalarını nefret dolu bakışlarla izlerken, insanlar onun zararsız kişiliğinde sefa bulmuştur hep. Bu kadar uzak kalmaya çalıştığı kalabalıklar içinde, benim dostluğunun onun için değerli olduğu az çok anlaşılabilir.

Papaz’la diğer insanlara göre bambaşka bir dinamik var aramızda. Papaz’la ben sabaha kadar ağlayabilir, varoluş ve aşk gibi duygu yüklü konulardan sonsuza kadar bahsedebilirdik. Birbirimizi teselli eder, çözüm üretemesek ve günün sonunda gözyaşından hiçbir yarar bulamayacağımızı bilsek bile hislerimizi birbirimize güzelce dökebilirdik.

Kilidi açıp Papaz’ı içeri davet edince odanın hemen neşeyle dolduğunu hissettim. Evdeki kasveti bir anda alıp götürmüştü.

Kömür rengi saçları benimkiler gibi dalgalanıyor. Ten renklerimiz arasındaysa tonlarca fark var. Kansızlıktan çok çektiğinden olsa gerek, Papaz benim yanımda deniz anasını andırıyor. Elini sıktım, “Nasılsın inşallah?”

“Standart.”

“Tanrı standartlığını arttırsın...”

Kahveleri alıp balkona çıktık Papaz’la. Hava neredeyse kararacaktı. “Durgunsun...” dedi Papaz, göz ucuyla bana baktı. “Dalgınım biraz.”

Bacaklarımı göğsüme çektim. Ezbere verdiğim birkaç tepkiden biriydi bu. Benimle vakit geçirmeye çokça alışkın kişiler, bu yorgun ve durgun halime yine de bir açıklama getiremezlerdi. Sürekli beni teyit etme ihtiyacı hissediyordu o yüzden çevremdeki insanlar, birkaç formalite icabı soru cevap ile geçiştirebilecek günlük sorunlardan bir kırıntıydı sadece bu yorgunluk ve dalgınlık halim.

İçeriden bir çikolata paketiyle geldi. “Sütlü mü bitter mi?”

Papaz pakete uzandı, “Sütlü tabii ya.”

“Bitter cilde iyi geliyor Papaz. Bitter ye. Yüzün düzelir en azından.” gülümsedim, ağzımdaki lokmayı bitirmeye çalışırken o da uzatılan kutudan payını aldı.

Ağzımız dolunca sessizleştik. “Nereden buldun bunu?”

“Satın aldım. Param mı yok.”

“Var mı?”

“Haklısın, yok...” Güldük.

Diğer komşuların balkonlarına göz gezdirdik biraz. Karşı apartmanın zemin katı bir meyhaneydi, Yakamoz Meyhanesi. Eski bir işletmeydi. Havanın kararmasına yakın Ege nağmeleri sızardı dışarıya. Saatler ilerleyince de Gürses, Gencebay...

İkinci katta da Şahika hanım otururdu, ona çarptı gözüm. Cennete çevirmişti bir beton yığınını. Bir orman soluğunu verebilirdi hatta bu küçücük botanik bahçesi.

“Ne oldu bu kadına?”

“Neden?” Dedi.

“Sanırım cenazesini kaldırmışlar dün.”

Papaz ciddileşti, “Onun değil oğlununkini kaldırdılar.”

“Şaka yapıyorsun...” yüz ifadem aniden değişti.

Papaz, “Şahika hanımın maşallahı var.”

“Oğluna ne olmuş be?”

“Bilmem ki.”

Soğuktan ürperince hırkama daha sıkı sarıldım. Bir yudum kahvede neşe kokusunu buldum. Sıcaklığı göğsümü öyle bir sarmıştı ki yüzümde istemsizce bir tebessüm belirdi. Papaz bana baktı, ceketini gösterdi, “ister misin” anlamında. “Yok gerek yok.” Dedim, “Kahve iyi geldi...” Papaz’a döndüm, “Çocuk genç miydi biliyor musun?” Bu konu aklımdan çıkmamıştı.

“Gençti.”

“Tanıyor muydun?”

“Evet.”

Biraz şaşırdım, “Niye bana söylemiyorsun?”

“Ne bileyim işin gücün vardır dedim.”

Üstüne gitmedim çok, başka soru sormadım. O an hissettiklerini ölçemedim. Sinirlendim biraz, birbirimize değil de kime anlatacağız yaşadıklarımızı? Papaz gidince odama döndüm...

Yalnızlığı çok uzun bir süre sevmedim. Kendi başıma yemek yerken gözlerim dolardı. Evde tek kalınca korkudan yatağımdan aşağı inmezdim çocukken. İnsanlar bana mutluluk verirdi. Sesi, gürültüyü, hatta radyo cızırtısını, severdim. Kafamdaki sesi duymaktan çok daha güvenliydi dış dünya. “Burası neresi?”, “Kimsin sen?”, “Ne yaptığını sanıyorsun?“. Karmakarışıktı bence yaşamak, cevaplanamayacak kadar fazla soru vardı. Nasıl olsa hiçbir zaman hayatı tanıyamayacağımı kabullenmiş, etrafımdaki uyarıcılara teslim etmiştim kendimi.

Sonra ergenlikten çıkmam gerekti tabii, hayatı tanıyormuş gibi davranmam gerekti. Sorularımı cevaplamasam da onlar benim için bir soru olmaktan çıktı. Yokuş yukarı düşmeye başladım bu yüzden, hayatım her gün daha da düzene girerken ben kendimden bir o kadar uzaklaştım.

Soruların cevaplanması gerektiğini anlayalı çok olmadı, 18 yaş berbat bir şey ki, hep bir önceki günden daha zeki davranmam gerekti. Hem de sırf hayatta kalmak için. Hala da ‘cevaplama’ işi üstünde çalışıyorum.

İnsanları tanımaya, kendimi tanımaktan çok daha fazla önem veriyorum, şüphesiz. Etrafımdaki insanların hangi yemeği sevdikleri, hangi renkte giyindikleri, alışkanlıkları, huyları... hepsini istemsizce aklıma istifliyorum. İnsanları tanımak hayattaki tek doğru düzgün yatırımım. Darbe almadan yoluma devam edebilmemi sağlıyor. Tabii kimi insan da bir yolda yürüdüğümü bile unutturuyor.

Aklıma Papaz geliyor, Şahika Hanımın oğlunu düşünüyorum. Aklımı zorluyorum, daha önce onu görüp görmediğimi anımsamaya çalışıyorum. Kaç yaşlarında olduğunu hatırlamaya uğraşıyorum. Daha önce en azından ismini duymuş olmalıyım. Bir tek saniyeliğine aklım tamamen boş.

Uyuyamıyorum, kim ki bu oğlan? Şahika Hanımın çocuğu mu varmış? O kadar çok kafa yoruyorum ve düşünmeye zorluyorum ki kendimi, var olmayan bir oğulun silüetini çiziyorum. Gözümü kırpmadan yastığımın kenarına bakıyorum. Odaklanmaya odaklanıyorum. Olmuyor.

“Oya?“

Papaz’ın kapısında bitiyorum.

“Girsene.”

O gece neden Papaz’a gittiğimi ben de pek hatırlamıyorum. Alışılmışın dışında değildir, ne zaman tavsiyeye ihtiyaç duysam Papaz’ın kapısını çalarım. Onun dışında evde ekmek, süt, deterjan; ne biterse Papaz’dan istediğim olur. Akşam uyuyamazsam da pişti oynamaya giderim. Yine de o akşam tam olarak neden orada olduğumu pek hatırlamıyorum. Onu sorguya çekmek, ölen oğulu anlatmasını istemek içindi muhtemelen.

“N’oldu beni mi özledin?”

“Tabii görüşmeyince birkaç saattir, di’ mi...”

Salondaki koltuğa uzandım. Koltuğun kenarına diktim gözlerimi. Kumaşın pürüzünü hissettim ellerimde. Papaz içeriden iki çayla yanıma geri getirdi, “Anlat.”

“Neyi?”

“Sen kelimeler söyle. Ben bir cümle oluştururum.” Dudağımızın ucuyla ısınmış bardaktan çayı yudumladık.

“Şu oğul...”

“Ee...”

“Aklıma takıldı.”

Biraz sessiz kaldı, “Hangi tarafı aklına takıldı?”

“Anlatmadın ki hiçbir şey.”

Koltuğun ucuna oturdu, dizlerine yasladı dirseklerini. Benimle göz temasını kesti. Ciddi bir havası vardı, ürktüm. Ya travmatik bir ölümse bu?

“Ölümü tanıdık hale getirmemelisin.”

Donakaldım.

Göz ucuyla bana baktı, yüzünden belli belirsiz bir keder okundu.

İfadem değişmedi, “Nasıl yani?”

“Ölme fikrine alışma yani... ölmedim.”